Kâinatın ve insanın yaratılışı, ilk insandan itibaren hep insanlığın üzerinde durduğu en önemli konulardan birisi olmuştur. Bu mesele Semavî kitapların beyanı
yanında, tamamen akla ve ilme dayalı olarak da değerlendirilmiştir.
Dünyada evrim ve yaratılış düşüncesi muhtelif devreler geçirmiştir. Türkiye ve
İslâm dünyası da bu düşünce akımlarından farklı şekillerde etkilenmiştir.
Evrim ve yaratılış konusundaki görüş ve düşünceleri birkaç devreye ayırmak
mümkündür. Bunlar:
I. Antikçağ Dönemi: (M.Ö. VIII. yüzyıl- M.S. V. yüzyıl).
II. Orta Çağ Dönemi: M.S. V. yüzyıldan Rönesans’a kadar (XIV.)
III. Rönesans’tan Tanzimat Fermanı’na kadar olan (1300-1839) dönem.
IV. Tanzimat Fermanı’ndan 1923’e kadar olan (1839-1923) dönem.
V. 1923’den 1980’e kadar olan dönem.
VI. 1980’den sonraki dönem.
I- ANTİKÇAĞ DÖNEMİNDE EVRİM VE YARATILIŞ
(M.Ö. VIII. yüzyıl- M.S. V. yüzyıl)
M.Ö. VIII. Yüzyılda başlayıp, M.S. V. yüzyıla kadar devam eden çağ Antikçağ olarak isimlendirilir. Bu medeniyet; Makedonya, Trakya’nın doğusu, Yunanistan,
Anadolu’nun batı kıyıları, Ege adaları ve İtalya’yı içine almaktadır. Bu Çağ, genelde
Eski Yunan ve Roma kültürlerine ait felsefeyi yansıtır.
Bilimsel çalışmalar ilk defa Antikçağ’da teorik bir temel üzerine kurulmaya
çalışılmıştır. Antikçağ’daki bilim ve felsefe sahasında ulaşılan başarılar ve çalışmalar, sonraki çağlara tesir etmiştir. Her şeyden önce bu çağ, felsefesindeki soruların
çok zengin ve verilen cevapların birbirinden çok farklı oluşuyla dikkati çekmektedir.
Antikçağ’da bilimsel çalışmalarla felsefe iç içedir. Bu özellikler, Antikçağ’ı diğer
çağlardan büyük oranda ayırmaktadır.
Bu karakterler, Antikçağ’daki düşünce zenginliğini doğurmuştur. Felsefî görüşlerin bilimsel çalışmalarla birlikte olması, farklı bilimlerin ortaya çıkmasına ve gelişmesine sebep olmuştur. Soruların ve cevaplarının farklılığı da değişik problemlerin
tartışma gündemine girmesini sağlamış, bu süreç, verimsiz tartışmalar olarak kalmamış, aksine gelişen bir seyir izlemiştir. Bu gelişim, Aristo ile zirveye ulaşmıştır.1
Antikçağ’da filozofların üzerinde durduğu problem ‘varlık ve oluş’tur. Her türlü fiziksel nesnenin kendinden çıktığı ilk varlık, yani ‘arke’nin araştırılmasıdır. Oluş
problemi ise, arke olarak kabul edilebilecek varlıktan fiziksel nesnelerin görünen çeşitliliğinin ne şekilde meydana geldiğinin açıklanmasıdır. Zira arke tek olduğu hâlde
fiziksel nesneler birbirinden farklı ve çeşitlidir.
Fiziksel nesnelerin basit gözlemlerle tespit edilebilen özelliklerinden birisi,
sürekli değişim içinde olmalarıdır. Her türlü nesne kısa ve uzun zaman içinde farklılaşır, gelişir, olgunlaşır, çürür. Yani, şu ve bu şekilde bir değişiklik geçirir. Her türlü
değişikliğin bir düzen içerisinde gerçekleşmiş olması dikkat çekicidir. Bir ağaç hep
aynı şekilde çiçek açar, aynı meyveleri verir. Canlılar doğduktan sonra hep aynı safhaları geçirir. Süreklilik ve düzenlilik arz eden bu değişimler, fizikî nesnelerin temel
özellikleri olarak alınmıştır
M.Ö. 625’li yıllarda Thales, varlıkların ezelî olduğu görüşünü ileri sürüyordu.
Anaximander, M.Ö. 425’de, bütün varlıkların balıktan evrimleştiğini, bunların beslenme kabiliyeti gelişince karadan suya geçtiklerini iddia ediyordu.
Bu çağda bütün varlıkların ateşten meydana geldiği görüşünü Heraklit, toprak,
su, ateş ve hava’dan meydana geldiği görüşünü de Empedokles dillendirmişti.
Fizikî nesneler dünyasının açıklanmasında arke olarak birden çok varlığı kabul eden düşünürler atomculardır. Bu görüşün ilk temsilcileri; Demokrit ve Leukippos’dur. Demokrit’e göre atomlar, duyu organlarımızla algılanmayacak kadar küçüktür. Sayı itibariyle de sonsuzdur. Atomlar bölünemez parçacıklardır. İlksiz ve sonsuz
bir hareket içindedirler. Demokrit kâinatın işleyişini mekanist bir şekilde atomların
hareketleriyle açıklar. Ona göre, bitki ve hayvanlarda ruh vardır. Allah yoktur. Her
şey bilinç ve maddî şeylerden meydana gelmektedir2
.
M.Ö. IV. yüzyılda düşünce sahasında Aristo yer almıştır. İki bin yıl boyunca
filozof denince, ister Doğu’da olsun, ister Batı’da, hep Aristo anlaşılmıştır.
II- ORTA ÇAĞ DÖNEMİNDE EVRİM VE YARATILIŞ
(M.S. V. Yüzyıl- XIV. Yüzyıl)
Orta Çağ, Yunan-Roma kültüründen sonra başlayan ve Rönesans’a kadar devam eden, yaklaşık bin yıllık uzun bir devreyi içine alır.
Orta Çağ’daki felsefe, temelde Aristo felsefesini esas almıştır. Bunun metot
bakımından yapmaya çalıştığı, aklı vahyin doğruluğuna uygulayarak, inanç konularını mümkün olduğu kadar kavranılır ve anlaşılır kılmaktır.
Orta Çağ, düşünce sistemi ve felsefesi bakımından iki gruba ayrılabilir. Birisi
Orta Çağ’da Hıristiyan, diğeri de İslâm düşüncesidir.
1- ORTA ÇAĞ’DA HIRİSTİYAN DÜŞÜNCESİNDE
EVRİM VE YARATILIŞ
Hıristiyan Orta Çağ felsefesinin temeli dindir ve Rönesans’a kadar yaklaşık
bin yıl sürecek olan bu felsefede hâkim din Hıristiyanlıktır.
Orta Çağ Avrupa’sında felsefî yaklaşımlar din eksenli olduğu gibi, belli bir zaman
sonra, herkesin Hıristiyan dininin çerçevesinden kâinata bakması istenecek, bu dinde olmayan kâinatla ilgili pek çok telâkki ve değerlendirmelerde Aristo felsefesi ve mantığı, din
adına kabul edilerek, bu çerçevenin dışında
yaklaşımlara hayat hakkı tanınmayacaktır.
Dördüncü asırdan on ikinci asra kadar, Papa’nın fizik ve tıp eğitimini kilise
mensuplarına yasaklamasıyla, Batı âleminde bilimsel faaliyetler, XI. asrın sonuna
kadar, sekiz asır adeta dondurulmuştur.
2- ORTA ÇAĞ’DA İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE
EVRİM VE YARATILIŞ
İslamiyet’in doğuşu ve gelişimi yıllarında sosyal alanda olduğu gibi, bilim sahasında da insanlık altın çağını yaşamış ve bu devre Asr-ı Saadet, yani Saadet Asrı
olarak tarihe geçmiştir.
Bu devirde yaratılış bilim sahasında en geniş şekliyle ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Özellikle tıp, matematik ve astronomi sahasında çok değerli bilgiler ve
eserler ortaya konmuştur. İslâm âlemindeki bu ilmî çalışmaların, Avrupa’nın içine
düştüğü skolastik bataklığından kurtulmasında çok büyük rolü olmuştur.
Tasavvufî bakış açısında, tıpkı bir ağacın bütün programının bil kuvve çekirdeğinde mevcut olduğu gibi, İlk Akıl’da da bütün akıllar, felekler, yıldızlar, unsurlar,
madenler, bitkiler ve hayvanların özellikleri potansiyel olarak mevcuttur.
Kelam âlimleri ise, akıl yoluyla İslâm inançlarını savunmuşlardır. Ele aldıkları
konuların başında; İlâhi irade, insan iradesi ve hürriyeti ile kader yer alır. Kelamcıların gerek İslâmiyet ile ve gerekse bazı felsefe konularına ait görüşleri, Batılı filozoflar
üzerinde çok uzun süre etkili olmuştur.
Selçuklular ve Osmanlılar devrinde yaratılış konusu yaklaşık bin yıl, o zamanın eğitim
müesseselerinde genelde İslâmî açıdan nazara
verilmiştir. Kâinat Allah’ın bir kitabı olarak kabul edilmiş, her bir varlığın dünyaya gelişi ve
dünyadan gidişi, sonsuz ilim, irade ve kudret
sahibi bir Yaratıcının eseri olarak ele alınmıştır.
İslâm âleminde bir grup düşünür de Aristo felsefesini savunmuştur. Bunlar,
Meşşâî düşünce akımını meydana getirmiştir. Bu düşünce sisteminde, akıl ve mantık
çıkış noktası olarak alınmaktadır. Bu grup, Antikçağ felsefecilerinden olan Aristo,
Eflatun ve Plotinus’tan etkilenmişlerdir. Bu ekol, temel meselelerde İslâm’a dayanmakla birlikte, metot olarak Aristoculuğu seçmiş, bazı meselelerin açıklamasında ve
yorumunda Ehl-i Sünnet itikadına aykırı görüşler ileri sürmüştür. Bu mektebin önde
gelen düşünürleri; El-Kindi, Ahmet el Serahsi, Farabi, İbn Miskeveyh, İbn Sina, İbn
Bacce, İbn Rüşt ve Nasireddin Tusi’dir.
İbn Rüşt, Batı’da Orta Çağ’ın en büyük filozofu kabul edilir. Hıristiyan Orta
Çağ’ı, tıp ilmini papazlara yasaklamışken, O, anatomi ilmiyle uğraşmanın, Allah’a
imanı arttıracağını belirtmiştir.
İbn Rüşt’e göre, âleme ilk hareketi Allah vermiştir. Allah âlemin nazımıdır ve
bütün sebeplerin sahibidir.
İbn Sina (980-1037), Feyz Teorisi ile Allah’ın varlıkları bir feyz ile derece
derece meydana getirdiğini belirtmiştir. Bu teoriye göre, ilk Bir, Vacibu’l Vücud olan
Allah’ın var olması zaruridir. O, cisim değildir ve bir kuvve olarak da tanımlanamaz.
Ondan ilk çıkan akıldır. Bu akıl, zat ve sayı bakımından birdir. Akıldan da nefis çıkar.
Bundan da cisim hâsıl olur.
Bîrûnî (973-1051), Aslen Türktür. Matematik, fizik, astronomi, felsefe ve eczacılık gibi dallarda 180’e yakın eser vermiştir. O da kâinatın yok iken (Yoktan) yaratıldığını kabul eder ve yaratılışı, Allah’ın hür iradesinin bir eseri olarak görür. Bîrûnî;
“İnsan, köpeklikten domuzluğa, sonra maymunluğa yükselerek insanlaşacak
şekilde kendi nevilerinden yükselerek insanlığa ulaşmadı“der.
Canlı ve cansız âlemdeki gelişim ve farklılaşmalara, İslâm dünyasında dokuzuncu yüzyıldan itibaren dikkat çekilmiştir. Bu asırda, İslâm düşünürlerinden bazıları, varlıkların ortaya çıkışı ve günümüze ulaşmasıyla ilgili değişime dayanan bir
yaratılış görüşünü ileriye sürmüşlerdir. Bunların başında; Nazzâm, İbn Haldun, İbn
Tufeyl, Ihvân us-Safâ, Biruni, İbn Miskeveyh ve Câhız gelir.